“Biz hiçbir zaman mafya olmadık…”
Kürşat Yılmaz’ın bu cümlesi, Türkiye’nin son 40 yıllık karanlık dosyalarının arka kapağına iliştirilmiş bir not gibidir.
Çünkü bu ülkede herkes bir şey değildir.
Kimse mafya değildir…
Kimse suç örgütü değildir…
Kimse derin devlet değildir…
Ne hikmetse bu topraklarda hiç kimse “değil”dir;
ama mezarlıklar, mahkeme kararları, polis fezlekeleri, MİT raporları, faili meçhul listeleri hep bu “olmayanların” hikâyeleriyle doludur.
Kürşat Yılmaz…
Bir dönem “ülkücü baba” diye anılır,
bir dönem “organize suç örgütü lideri” diye geçer,
bir dönem “devlet için çalışan vatansever” diye anlatılır,
bir dönem de hapishanede tek kişilik odada unutulur.
Sonra bir bakarsınız:
Gece yarısı tahliye edilir…
Adamları mehter takımıyla karşılar…
Ve doğruca Devlet Bahçeli’nin kapısına gider…
El öper.
Bir ülkenin adalet sistemi, bir kişinin tahliyesini mehter marşıyla karşılanacak kadar “öngörülemez” hâle gelmişse, problem o kişi değil; problem o sistemdir.
Peki kimdir bu adam?
1961 Giresun doğumlu Kürşat Yılmaz.
Devletin kayıtlarına ilk kez “ülkücü gençlik derneği başkanı” olarak giriyor.
Sonra banker Castelli’ye yapılan silahlı saldırı…
Sonra firarlar…
Sonra belediye başkanı cinayeti davası…
Sonra çek-senet…
Sonra haraç…
Sonra holding vakaları…
Sonra MİT ile bağlantı iddiaları…
Sonra Susurluk döneminin gölgesi…
Basına yansımış her başlık, Türkiye’nin 80’lerden bugününe uzanan karanlık labirentinin bir tuğlası adeta.
Bir dönem ünlülerle iç içe…
Bir dönem iş insanlarıyla anlaşmazlıkların “çözücü” adamı…
Bir dönem magazin sayfalarının manşetinde Tuğba Özay ile…
Ama arka planda hep aynı karanlık:
Suç, güç ve devletle iç içe geçmiş ilişkiler ağı.
Susurluk kazası bu ülkeye çok net bir şeyi öğretti:
Bu topraklarda mafya, siyaset ve devlet;
bazen ayrı başlıklar değil, aynı cümlenin içindeki üç kelimedir.
Kürşat Yılmaz da bu cümlenin en kalın yazılmış ismidir.
Kendi ifadesiyle,
devletten “görev” isteyen,
devletin kimi aktörleriyle görüştüğünü söyleyen,
bazı talepleri reddettiğini iddia eden,
bazı işlere bulaşmadığını açıklayan
bir figür…
Kimine göre kahraman,
kimine göre suç örgütü lideri,
kimine göre gölge devletin elemanı,
kimine göre de devlet tarafından kullanılıp bir kenara bırakılmış bir piyon.
Türkiye’de herkesin gerçeği kendine göredir.
Çünkü gerçek zaten hep karanlık bir odadadır,
kapısı aralanmaz.
Gelelim asıl soruya:
65 yıl ceza almış bir kişi nasıl olur da bir gecede tahliye edilir?
Bu ülkede bazen davalar 15 yıl sürer.
Bazen bir tweet 3 dakikada tutuklama sebebi olur.
Ama bazı isimlerin önünde garip bir ışık yanar:
Kapılar açılır…
Yollar temizlenir…
Vakit gece yarısıdır…
Ve prosedür rafa kalkar.
Kürşat Yılmaz’ın tahliyesi tam olarak böyle bir gece yarısı masalıdır.
Bir efsane geri döner…
Mehter çalar…
Kapılar açılır…
Siyaset ziyaret edilir…
El öpülür…
Fotoğraf verilir…
Ve ülkenin “derin hafızası” bir kez daha titrer.
Araştırmacılar diyor ki:
“Bu bir yeniden kurulum. Eski ülkücü mafya yapılanması tekrar sahaya sürülüyor. Sokak çeteleri değil, siyasal arka planı olan yeni bir dönem başlıyor.”
İddialar böyle.
Kayıtlara geçen analizler böyle.
Yorumlar böyle.
Bu ülkede bazen gelecek, geçmişten değil;
geçmişin hortlayan gölgelerinden gelir.
Kürşat Yılmaz’ın hikâyesi, aslında bir kişinin değil,
Türkiye’nin 40 yıllık siyaset–mafya–devlet üçgeninin hikâyesidir.
Bir adamdan çok,
bir dönemin, bir düzenin, bir geleneğin temsilidir.
Ve bu düzen, her kriz anında kendini yeniden üretir.
Bazıları buna “derin devlet” der,
bazıları “devletin derin hafızası” der…
Ama adını ne koyarsanız koyun, mesele değişmez:
Türkiye’de bazı figürler asla tamamen sahneden inmez.
Sadece rol değiştirir.
Bu yüzden bu tahliye şaşırtıcı değildir.
Bu yüzden mehter şaşırtıcı değildir.
Bu yüzden siyasi ziyaret şaşırtıcı değildir.
Asıl şaşırtıcı olan şu olurdu:
Bir gün bu ülkede
mafya, siyaset, devlet
birbiriyle hiç anılmazsa…
O gün gelene kadar,
Kürşat Yılmaz gibi isimler
sadece “geçmişin figürü” değil;
“bugünün gölgesi” olarak kalmaya devam edecek.